top of page

Yaşamak Ne Güzel Şey

( Bizim Hikayemiz – 24 )


Değişim her yerde olduğu gibi Anadolu topraklarında da sancılı bir süreç olarak işledi.


Osmanlı Devleti’nde ilk parlamento seçimleri 1877’de yapıldı.


Meclis 19 Mart’ta açıldı ve mecliste 130 milletvekili vardı.


Halk sürece katılmadı, kimi yerlerde seçim yapılmadı, kimi yerlerde de valiler mebusları atadı.


Bu ilk seçimin sonucu olarak ortaya çıkan meclis, Rus Ordusu neredeyse İstanbul’un kapısına dayanmışken 14 Şubat 1878’de Abdülhamid tarafından tasfiye edildi.


İlk parlamenter deneyim böylelikle bir hüsranla başlamış oldu.


Öte yandan yönetsel açıdan kimi olumlu gelişmeler de oldu bu dönemde.


İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan telgraf hatları kuruldu örneğin.


Bu hatlar iletişimi arttırdı ve bir telgrafçılar ordusu yarattı ancak bu telgraf hatları devletin merkezi haberleşmesi dışında kullanılamadı.


Halka yararı ancak Kurtuluş Savaşı sırasında ordunun telgrafı etkin kullanması ve savaşın kazanılması ile ortaya çıktı.


Ayrıca Demiryolu konusunda da kimi gelişmeler yaşandı, ilk hatlar Haydarpaşa – İzmit, Mudanya Bursa, İzmir – Aydın hatlarıydı.


Bu hatlar içeride yetiştirilen hammaddeleri limanlara ve oradan da dış ülkelere göndermek için yapılmıştı.


Osmanlı Devleti’nde demiryolları olmadan önce ana yük taşıma sistemi kervanlar ve develerdi.


Develer 250 kiloya kadar yük taşıyabiliyor ve günde 25 kilometre yol kat edebiliyorlardı.


Oysa demiryolları ile bir yük vagonu 30 – 40 devenin yapacağı işi yapıyordu.


Sonraları demiryolları gelişti, Makedonya, Ankara, Konya yavaş yavaş başkent İstanbul’a bağlandı.


Kuşkusuz bu alandaki en önemli gelişme Bağdat Demiryolu’nun inşa edilmesiydi.


Denizcilikte de bazı gelişmeler oldu.


1860’ta İstanbul veya İzmir’e yanaşan gemilerin %75’i yelkenli iken bu oran 1900’de % 5’e düştü.


Yelkenli gemilerin yerini buharlı gemiler almıştı artık.


Buharlı gemiler ortalama 100 ton olan tonajı 1000 tona çıkararak 10 kat fazla yük taşır hale gelmişlerdi.


Eğitimdeki gelişmeler de bazı açılardan ön açıcıydı, 1867 ve 1895 yılları arasında öğrenci sayısı 2 katına çıkmıştı.


Bu ve benzeri gelişmeler 1880 – 1890 yılları arasında devleti merkezileştirmiş ve daha görünür hale getirmişti.


Vilayet ve kaza merkezlerinde Hamidiye döneminin tipik binaları olan kışlalar, okullar ve yönetim binaları ortaya çıkmıştı.


Merkezileşme aynı zamanda baskıyı da artırmış ve görünür kılmıştı.


Büyük bir hafiye teşkilatı kuran Abdülhamit 1876 – 1888 yılları arasında her yıl çıkan yaklaşık 10 olan dergi sayısını 1888’de sansür uygulayarak 1’e düşürmüştü.


Bu dönemlerde gazete tirajları 12 ila 15 bin arasında değişiyor ve zaman zaman 30 bini buluyordu.


Üstelik bu gazeteler kıraathanelerde yüksek sesle de okunur hale gelmişti.


O yıllarda Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid’e iletilen on binlerce jurnal biriktiği söylenir.


Ayrıca orduda askeri yüksek okullarda yetişmiş liberal eğilimli subaylardan değil de alaylı subaylardan yararlanmasında bu jurnallerin payının yüksek olduğu söylenir.


Abdülhamit liberalizme, milliyetçiliğe ve meşruiyetçiliğe tümüyle karşıydı.


Halifelik unvan ve sembollerini kullanarak önceki padişahlardan çok daha fazla İslamiyet vurgusu yapıyordu ve etrafına topladığı muhafazakar ulemalar ve sufi dervişlerle İslamcı politikalar geliştiriyordu.


Bu politikaların en somut sonucu 1901 – 1908 yılları arasında yapılan Şam – Medine arasındaki Hicaz Demiryolu idi.


1897’de ölene kadar yaklaşık 20 yıl boyunca arkasındaki en önemli güçlerden biri de Plevne Kahramanı lakaplı Gazi Osman Paşa’ydı.


Bu dönemde imparatorluk topraklarının 3’te birini ve toplam nüfüsunun 5’te birini kaybetti.


Bunun sonucu olarak Kırım’dan 500 bin Müslüman Tatar, Kafkasya’dan sığınan 2 milyon kişi, Balkanlar’dan gelen yaklaşık 500 bin kişi ile toplam 3 milyon kişi anayurt olarak gördükleri Anadolu’ya dönmüşlerdi.


Yönetsel açıdan çeşitli emperyal kuvvetlerinin çekim alanlarına girilip çıkılıyordu.


1850 -1860 yılları arasındaki Fransız etkisi önceleri yerini İngiliz etkisine bırakmıştı.


Fakat İngilizler 1882’de Mısır’ı işgal ettiler ve bu durum Osmanlı yöneticilerin yeni arayışlara itti.


Bu yönetsel boşluğu Almanlar doldurdu.


Kurtuluş Savaşı’na kadar sürecek olan ana ekol Almanlarınki oldu.


Askeri açıdan General von der Goltz’un öğretileri esas alındı.


Alman Kayseri 2. Wilhelm kendini 300 milyon Müslüman’ın dostu ilan etti.


Bu süreçte Balkanlar’da komitacılık başlamıştı, komitacılar gerilla taktikleri kullanıyor ve bağımsızlık istiyorlardı.


Ermenler tarafından 1887’de Cenevre’de Hınçak (Çan Sesi) 1890’da Tiflis’te Taşnaksütyun (Ermeni İhtilal Federasyonu) örgütleri kurulmuştu.


Her taraftan kuşatıldığını düşünen Osmanlı Devleti’nin bu gelişmelere yanıtı sert oldu.


Kürt Aşiretlerine kurdurduğu Hamidiye Alayları 1894’te Sason’da geniş çaplı bir Ermeni Kırımı gerçekleştirdiler.


Şiddet tekeli hala devletin elindeydi ve devlet bu tekeli istediği gibi kullanabilirdi.


Devlet açısından tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi ekonomik durum da oldukça kötüydü.


Duyun-u Umumiye teşkilatı kurulmuştu ve 5000 vergi memuru ile devletten daha iyi vergi topluyordu.


Üstelik bu vergilerin 3’te birine de el koyuyordu.


Ticaretin büyük çoğunluğu İngiltere, Fransa ve Almanya ile yapılır hale gelmişti.


En önemli ticari gelişmeler İngiltere ile oluyordu, ihracatın % 25’i ve ithalatın % 40 ı bu ülkeyle yapılıyordu.


Öte yandan Bursa’daki ipek, Uşak’taki halı, Selanik’teki bira, kiremit, tütün fabrikalarının yüzde 90’ı gayrimüslimlere aitti.


1870’lerin sonlarında 20 milyon olan nüfus, 1880’lerde neredeyse % 40 artmış 27 milyon olmuştu.


Tüm bu gelişmelerin ışığında yıkılan bir imparatorluğun sonunun geldiğini kabul etmeyenlerle, yeni bir başlangıç yapmak isteyenlerin mücadelesi başlayacaktı.


Bu mücadele pek çok safhadan geçerek devlet ve toplum ilişkisini uyumlu kılmaya çalışacak ancak başarılı olamayacaktı.


Osmanlı Devleti’nden miras alınan kutsal devlet ilkesi, Cumhuriyet’te de temel alınacak ve yurttaşların devletini değil, devletin yurttaşlarını yaratmayı tercih edecekti.


Söz, yetki ve kararın halka ait olması için mücadele eden gencecik insanlar, nerdeyse her on yılda bir, taze buğday başakları gibi biçilecek ve her şey ortalamalara, muhafazakarlıklara, vasatlıklara teslim edilecekti.


Evlerdeki babalarımız, köylerdeki ihtiyar heyetlerimiz, kentlerdeki krallarımız ve padişahlarımız bir türlü olgunlaşmamıza, büyümemize, ellerimizi fark etmemize müsaade etmeyecek, bizi hep annesinin sevgisine muhtaç bir çocuk haline getirerek arabesk bir dünyaya hapsetmek isteyeceklerdi.


Ancak biçilen buğdaylar her bahar yeniden filiz verecek, yüzünü yeniden güneşe dönecek, umut ve isyan duygularıyla yeniden son büyük kavgaya hazırlayacaklardı kendilerini.


Çünkü Anadolu Dünya’nın Kalbiydi, Tarihiydi, Vicdanıydı.


Topraktan, ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli bu yüzden bu topraklarda doğacak.


“ İnsanlar ellerini korkmadan, düşünmeden, birbirlerinin ellerine bırakarak, yıldızlara bakarak

Yaşamak ne güzel şey desinler diye.”


“ Bir insan gözü gibi derin, bir salkım üzüm gibi serin, bir ferah, bir rahat, bir işitilmemiş türkü söylenebilsin diye.”


Topraktan, ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page