( Biz Geleceğiz - 20 )
Kapitalizm nasıl var oldu ?
Defalarca yok olma tehdidi ile var olan bu sistem nasıl oldu da ideolojik hegemonyasını bu denli geliştirip, pekiştirdi.
Kapitalistlerin hikayeleri şöyle başlıyor.
Henrı Pırenne’ye göre ilk kapitalistler toprağa bağlı köylüler değillerdi.
Toprakla değil ticaretle uğraşan, denizlerde risk alarak var olmaya çalışan, dışsal bir varoluşa sahip insanlardı.
Pırenne’ye göre bu şartlar ilk kapitalistleri yerleşik yaşayan köylülere göre daha cesur hale getirmişti.
Denizci tüccarlar olarak ilk kez Venedik’te ortaya çıktılar çünkü şartlar burada onlar için daha uygundu.
Eğitimin ruhban sınıfının elinde olduğu Avrupa’nın diğer kentlerinin aksine, Venedik’te kitlesel bir okur yazarlık söz konusuydu.
Bu kentte kapitalizmin her zaman can suyu olmuş kredi sistemi çok yaygındı.
Krediler deniz seferlerindeki riski üstlenebilmek için çok önemli bir araçtı.
Denizde hiçbir şeyin garantisi yoktu, bu seyahatlerde emsalsiz bir zenginlik oluşabileceği gibi, canınızı veya malınızı da kaybedebilirdiniz.
Bu nedenle kapitalizm ta en başından bilinmezliklerin ortasında riskin göbeğinde doğdu.
Doğduğu topraklar fiziken Batı’da olsa bile, ruhsal olarak Batı’da değildi.
Aksine Venedik kendini doğuyla yaptığı ticaretten dolayı batıdaki doğu ve doğudaki batı olarak gördü çoğunlukla.
İstanbul onun kardeşiydi, onunla rekabet etti ve onunla uzlaştı, Venedik kendini sadece onunla kıyasladı.
Benzersiz coğrafi konumlarıyla her ikisi de su uygarlıklarının iki farklı iz düşümüydüler.
Venedik önceleri Cenova, Marsilya ve Barselona’yı etkiledi, ardından Alpleri aşarak kuzeye doğru ilerleyip karasal ticareti de geliştirdi.
Topraktan umduğunu bulamayan, alamayan, yoksul köylüler, tüccarların gezgin dünyasına öykündüler.
Limanlar, panayırlar, pazarlar arasında dolaşıp durdular.
Bu yoksul köylülerin önceleri satacak malları yoktu, bu nedenle bedenlerini kiraladılar.
Gemici, kürekçi, hamal oldular, ilk kapitalistler, dipten, ölümün kıyılarından geldiler.
Tüccarlardan gördükleri ve öğrendikleri gibi risk aldılar, fırsat kolladılar.
Gezginlikleri ve hareketlilikleri sayesinde hangi malın nereden alınabileceğini, hangi malın nerede ihtiyaç haline geldiğini öğrendiler.
Girişimci oldular ama karşılarında kiliseyi buldular.
Kilisenin “ Adil Fiyat “ öğretisi aldıkları riskleri düşündüklerinde onlara anlamsız geliyordu örneğin.
Bu nedenle kendi aralarında kardeşlik örgütleri kurarak, ortak savunma ve saldırı stratejileri geliştirdiler.
Pazarlarda veya panayırlarda bir anlaşmazlık olduğunda onlar lehine ifade verecek kardeşlerini hep yanlarında buldular.
Deniz ticaretindeki ilkeleri referans aldılar.
Gemilerin oluşturduğu küçük filolar gibi onlarda küçük ticari gruplar oluşturdular.
Böylece güvenliğin sağlanmasının ancak kolektif bir davranışla mümkün olabileceğini gördüler.
Gilde ya da Hanse isimleri ile anıldılar önceleri yani esnaf birliği, lonca olarak tanımlandılar.
Silahlı kervanlarla, bağlılık yemini ettikleri kardeşleriyle ve ticari örgütlülükleriyle her seferinde daha uzak şehirlere ulaşmaya çalıştılar.
Zeka ve enerjilerini yavaş yavaş akılcılığa ve kurnazlığa dönüştürmeye başladılar.
Komüniteleri sayesinde artık çok daha az kanıyorlar ve çok daha fazla kandırıyorlardı.
Ticaretle uğraşmanın aşağılık olduğunu düşünen aristokratlar ve krallar tarafından hor görülüyorlardı.
Kilise ise bu ne yapacağı belli olmayan gezginlere karşı hınç doluydu, onlar düzeni bozuyorlardı.
Bu gezgin tüccarlar özgür olmayan anne babalardan doğmuşlardı ve bir kısmı köle çocuğuydu.
Onlar için gezgin olmak toprağa bağlanmaktan daha mantıklıydı çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu.
Özgürlük istemiyorlardı çünkü özgür olmadıkları kanıtlanamıyordu.
Özgürlük onlar için kullanılan ve sınırlanan hareketli bir durumdu.
Köylülerin toprağa bağlılıklarıyla oluşan fiili kölelik durumu onlar için geçerli değildi.
Toprağa veya herhangi bir şeye bağlı olmadıklarından, fiili olarak özgür oldukları varsayılıyordu.
Bu yersiz yurtsuz halleri onları durağan toprak hukukuna değil hareketli kamu hukukuna bağlıyordu.
Bu nedenle klasik mahkemelerde değil, onları yargılayabilecek özel mahkemelerde yargılanabiliyorlardı.
Bu imkanı da onlara protestanlıkla atomize olmuş küçük şehir devletlerinin prensleri sağlıyorlardı.
Gittikleri yerlere ticari, sosyal ve kültürel canlılık götürüyorlardı bu nedenle kolayca reddedilemiyorlardı.
Mücadele ettikleri toplumsal kesimleri geriletmek için kendi aralarında bir çeşit anayasa oluşturup kendi ticaret yasalarını yani iç hukuklarını oluşturdular.
Böylelikle yeknesak bir dünya görüşü ve perspektif oluşturabildiler.
Önce kendi mekanizmaları ile birbirlerini denetliyorlar ve gerekmedikçe mahkemelere başvurmuyorlardı.
Bu onları bizzat yeni kamu yapıyordu, dolayısıyla kamuyu yeniden yapılandırıyorlardı aslında.
Böylelikle yalnızca özgür değil artık ayrıcalıklıydılar.
Onlar da tıpkı kilise ve soylular gibi kendi kurallarını koymayı kendi yasalarını yapmayı öğrenmişti artık.
Dünya artık onlara gülümsüyordu ve onlara göre gelecek onlarındı.
Hukuk onlar için en sade anlamıyla kendi düzenlerini yaratma çabasıydı.
Kurmak, tutmak, koymak, benimsemek, seçmek, bağlamak, paylaşmak, bir araya getirmek, eş değer kılmak, yerleşik olmak ve en nihayetinde düzen kurmak onların hukukunun temeliydi.
Bu nedenle onlar da hukuklarını uygulayabilmek için piskoposların kurdukları ruhani kentlerin yanı başında kendi tüccar kentlerini kurmaya başladılar.
Kentlerinin çevresini önce tahta çitlerle sonraları taş duvarlarla ördüler.
Bu yeni kentlere “ portus “ yani “ dış kent “ dendi.
12. yy. da limanlar için kullanılan “ port “ kelimesi artık kentler için kullanılır olmuştu.
Bu kentlerde yaşayanlar 1007 yılında Fransa’da “ burgenses” olarak anılmaya başlandılar.
Kentlerine de Strasburg, Hamburg, Lüxemburg gibi isimler verdiler, “ Burg “ kale kentleri ifade ediyordu.
Ve bu kale kentlerde artık kent soyluların yani “ Burjuvaların “ dönemi başlayacaktı.
Kentler artık burjuvalarındı.
Kentler artık risklerin, fırsatların ve yalanların mekanıydı.
Comments